Her şey hamile bir kadının fazla yorgun düştüğü gerçeğini öğrenmemle başladı. Kadınlar hamileliğin ilk birkaç ayında çok fazla uyuyorlar ya da bizimki benim muhabbetimden sıkılmıştı. Onun işyeri eve daha yakın olduğundan eve çok erken geliyordu. Ben saat 19.00 sularında eve girdiğimde o uyuyor oluyordu ve sabah kalkarken çok zorlanıyordu. Evet 12 saatin üzerinde uyuyabiliyor ve ben o stüdyo tipi dairede kısık sesle televizyon izlemek için anormal çabalar sarf ediyordum. Dudak okumayı öğrendiğim sıralarda evden taşınmak için bir başka bahane daha ortaya çıktı. SİGARA
Babamın hediye ettiği Bentley marka otomobilimle evin otoparkına girmek üzereydim. Otomatik garaj kapısı açılır açılmaz gördüğüm manzarayla şok olmuştum. Sevgilime hediye ettiğim Megane’ın arka tarafı göçmüştü. Arabayı öylece bırakıp eve koşturdum. “Sevgilime, çocuğumun annesine bir şey olmuş muydu?”, “Nasıl kaza yapmıştı?”, “Neden bana haber vermemişti?”, “Karbonun özgül ağırlığı kaçtı?” gibi sorularla eve girdim, ağlama sesleri üst kattan geliyordu, sevgilim yatak odamızın penceresinin kenarına oturmuş, boğaza bakarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O garip sözler döküldü ağzından “Taşınmamız gerekiyor, bu ev bize yetmez.”
Bentley marka bir otomobilim olmadığı gibi iki katlı, garajlı, boğaz gören bir yatak odasına sahip evim de hiç olmamıştı. Sevgilimle oturduğumuz ev Çukurcuma’da bir stüdyo daireydi. Evin içinde tek bir kapı vardı ve o da banyoya açılıyordu. Mutfağı, yatak odası ve salonu aynı yerde bir ev, içi dışı bir yani. Arkadaşlarımıza bir çocuk yapmaya karar verdiğimizi söylemek için evimize davet ettiğimizde yarısı ayakta kalıp hadiseye kokteyl havası vermek zorundaydılar. Kimi gözyaşları içinde tebrik ediyor, kimi yanındaki kocasına yan yan bakıyor, bazıları hala erkek arkadaş bulamadığı için yakınıyor, kimisi rolleri paylaşıyordu. “Ben halası olacağım.” “O zaman ben teyzeyim” nidaları ortalığı dolduradursun birinden mantıklı bir soru geldi. “Abi taşınmayı düşünüyor musunuz?” Sanırım alıcı gözle ilk defa eve baktım. Sevgilime baktım ve taşınıp taşınmayacağımızı sordum. Bir müddet tartıştıktan sonra hamileliğin uzun süresini o evde geçirebileceğimizi söyledik.
Her şey hamile bir kadının fazla yorgun düştüğü gerçeğini öğrenmemle başladı. Kadınlar hamileliğin ilk birkaç ayında çok fazla uyuyorlar ya da bizimki benim muhabbetimden sıkılmıştı. Onun işyeri eve daha yakın olduğundan eve çok erken geliyordu. Ben saat 19.00 sularında eve girdiğimde o uyuyor oluyordu ve sabah kalkarken çok zorlanıyordu. Evet 12 saatin üzerinde uyuyabiliyor ve ben o stüdyo tipi dairede kısık sesle televizyon izlemek için anormal çabalar sarf ediyordum. Dudak okumayı öğrendiğim sıralarda evden taşınmak için bir başka bahane daha ortaya çıktı. SİGARA
Sigara benim hayatımda, üzgünüm ki, önemli bir alanı kapsıyor. Kısık sesle maç izlerken ve hiç bağırmadan gol sevinci yaşarken biramdan bir yudum alıp bir sigara yakmak, bir İspanyol filminin etkisinde hayatı sorgularken kederlenip (evet İspanyolca dudak da okuyabiliyordum) sigaradan derin bir nefes çekmek… bütün bunlar benim için bir hayaldi. Sevgilim “Lütfen sen de sigarayı bırakır mısın? Ben artık kokusundan çok rahatsız oluyorum” demişti.
İşte o günlerde iki dönümlük banyoda (iki kere dönebiliyordunuz) sigara içmeye çalışıyordum. Lise yıllarıma geri dönüşüm yurtta ve yurtdışı temsilciliklerde kutlanadursun, dumanı aspiratör yardımıyla hallediyorduk ama koku için kaç adet oda spreyi harcadığımı anlatamam. En sonunda Kyoto Sözleşmesini hazırlayanlar gelip sera gazı salınım oranımı hatırlattılar ve bana evden taşınmamı salık verdiler. İşyerinden birinin vasıtasıyla Cihangir’de bir ev bulduk. 1,5 oda 1 salon bu eve aslında bakmaya gerek yoktu, nasıl olsa bebek odası da kurabileceğimiz bir ev olması gerekiyordu, ama hadi kırmayalım bir bakalım dedik. Eve girdiğimizde salondan çıkılan ve bir adet kocaman ceviz ağacı barındıran bahçeyi gördüğümde “Tuttuk, nereyi imzalıyoruz?” diyivermişim. Bu acele kararım bir müddet sonra duvarlarda yaşayan balıkları görünce bana pişmanlık olarak yansıyacaktı ama sigara içebileceğim bir bahçeye sahip bir ev bana çok cazip gelmişti. Bir hafta gibi kısa bir sürede tüm anlaşmalar imzalandı (Doğalgaz boru hattı döşüyoruz) ve eve taşındık.
Sevgilim burada da erken yatma alışkanlığını sürdürüyor, ben televizyonun karşısında o maç senin, bu film benim at koşturuyordum. Yaz aylarında olduğumuz için televizyonu bahçeye çevirip, bahçedeki şezlongumdan sigaramı tellendirirken keyfime keyif demiyordum. İşte o günlerde acı gerçekle yüzleştim.
Hamile kadınların koku alma duyuları anormal gelişiyordu. Benim Patrick Süskind’in “Koku” romanından fırlayan Jean Baptiste Grenouille’ün kadın sürümüyle tanışma maceram bir gece vakti oldu. Kaçak sigaralarımdan bir diğerini bitirmiş, ne olur ne olmaz diye sakızımı ağzıma atmış şezlongda keyif çatarken sevgilim geldi karanlığın içinden. Kılıcını kınından tek hamlede çıkarıp boğazıma doğru tuttu, gözlerinden çıkan alevler karanlığı aydınlatıyor, bense titreyerek “Aaaa neden uyandın?” diyebiliyordum sadece. O güzel soruyu sordu “Sigara mı içiyorsun sen?”, acaba yırtabilir miyiz düşüncesiyle “Ne sigarası ya?” diye debelenirken, “Kokusunu aldım” dedi, “Ben her şeyin kokusunu alabiliyorum artık”
Sigara tartışmaları “Tamam valla bırakacağım, yemin olsun, kızım olmadan asla” gibi sözlerimle biterken ben hala “Nasıl alıyor ya o kokuyu?” sorusunun cevabını arıyordum. Hemen ufak bir araştırma yaptım. İşim gereği doktorlarla çok muhatap olduğumdan samimi olduklarımdan bir tanesine soruyu sordum. Kadınların geneli hamilelik döneminin başlarında çok güçlü koku algısına sahip oluyorlarmış, hatta ve hatta bizim dilimize yerleşmiş olan “AŞERMESİ” davasının başrol oyuncusu bu durummuş. Sizin almadığınız bir kokuyu alan kadın bir anda bu kokuyu başka bir yiyeceğin kokusuyla eşleştirebiliyor ve vegan bir komünün ortasında işkembe çorbası isteyebiliyormuş. Hamilelikte yaşanılan bu duyguyu sıklıkla hissettiğim söylenemez. Sevgilim daha çok kilo almamak için kendini ehlileştirmeye çalışıyor, tatlıcıların önünden geçerken tırnaklarını benim kollarıma geçirmekle meşgul oluyordu. Sadece bir kere gece vakti manav aramış ve elma bulmuştum. Bunun haricinde gecenin bir vakti dürtülüp “Canım guayaba istedi” diye uyandırılmadım.
Aynı doktor arkadaşım şunu da söylemişti. “Biliyor musun, aşermenin İngilizcesi yok!”
Hep bunu düşündüm, ya gerçekten aşerseydi ve gecenin bir körü canı guayaba isteseydi? Neyse ki guayabanın memleketi Küba’ya gitmemize çok az kalmıştı. Peki ama puronun memleketi Küba’da sigara olayını nasıl çözecektik… Orada da zırt pırt tuvalete gidilmez ki!!!