Telefon çaldı. Arayan sevgilimdi, hafif ağlamaklı bir ses tonuyla hamile olduğunu söyledi. “Endişelenme, ben geliyorum” dedim ve telefonu kapattım. İşyerinden izin alma bahanem komikti sadece. “Patron ben bir iki saatliğine Taksim’e gidebilir miyim?” “Ne oldu hayırdır?” “Ya sevgilim hamileymiş” “Çabuk koş!”
Bilgisayarımın başında oturmuş, ekranıma düşen atmosfer verilerini inceliyordum, katmanlar arasında bir tutarsızlık vardı ve önümüzdeki birkaç gün içinde vuku bulacak ciddi bir olayın habercisiydi bu. Koltuğumda hafif kaykılarak daha dik duruma geçmem ve bu ciddiyet karşısında bir planlama yapmam gerekirken bir an ekrandan uzaklaştım. Onlarca senedir kaç veriyi süzdüğümü, ne kadar sayısal hesapla ve grafikle uğraştığımı düşündüm. O an odamın kapısı açıldı. İlginçti, odamın kapısını vurmadan içeri giriyorlarsa ya büyükbaşlardan biriydi ve başım beladaydı ya da arkadaşım Thomas gene kötü bir şaka yapacaktı. Gelen üst kattan tanımadığım birileriydi, nefes nefese konferans odasından beklendiğimi söyledi. Konferans odasına gittiğimde o tatlı sürprizle karşılaştım…
Tam olarak böyle olmadı. Neden böyle bir fantezi kurduğumu tam olarak bilmemekle beraber bilinçaltımda sıkışan meteorologa ilginç bir sempati duyduğumu inkar edemeyeceğim.
Ajansta bana ayrılmış küçük bölmede dünyaca ünlü ilaç firmalarından birinin, ona milyonlarca dolar para kazandıran ilacına yeni bir slogan bulma ve parasına para katma derdindeydim. Birkaç ay önce aldığımız Küba biletleri beni teselli eden tek şeydi. Arada posta kutumu açıp açıp temmuzda çıkacağımız yolculuğun uçak biletlerine bakıyor ve gülümsüyordum kendi kendime.
Telefon çaldı. Arayan sevgilimdi, hafif ağlamaklı bir ses tonuyla hamile olduğunu söyledi. “Endişelenme, ben geliyorum” dedim ve telefonu kapattım. İşyerinden izin alma bahanem komikti sadece. “Patron ben bir iki saatliğine Taksim’e gidebilir miyim?” “Ne oldu hayırdır?” “Ya sevgilim hamileymiş” “Çabuk koş!”
Koştum… Yolun bir kısmını koşarak bir kısmını da metroyla tamamlamaya çalışırken bana ayrılan düşünme süresi 4. Levent-Taksim hattı kadardı. İşyerine ulaştığımda birlikte sigara içmeye aşağı indik.
2010 yılı planlarımız arasında (sanki Devlet Planlama Teşkilatı’yız) çocuk sahibi olmamız vardı. Sadece yöntem belli değildi, evlatlık almak ya da kendi çocuğumuza sahip olmak konusunda kararsızdık. Bu gelişme tarihi biraz erkene alabilirdi. Çekinmeden, ondan da aldığım güvenle o çok korkulan ve Hollywood filmlerinde yükselen müzik eşliğinde sahnelenen soruyu sordum; “Ne diyorsun? Yapalım mı?”
“Yapalım mı?” Aslında insan egosunun ne kadar yüksek olduğunu gösteren bu soru cümlesini sonradan düşündüğüm zaman anlayabildim ancak. Şimdi düşündüğümde kimi zaman çocuk sahibi olmaya karar vermek anlık bir refleks sonucunda da olabilirken kimi zaman çok uzun süre düşünülmesi gereken, bütün dinamiklerin tekrar tekrar gözden geçirmenin gerekli olduğu bir süreç. Fakat kullanılması gereken soru cümlesi asla “Yapalım mı?” değil. Sorun birini yapmak, yaratmak, dünyaya getirmek değil. Düşünülmesi, irdelenmesi gereken sorun o dünyanın ne olacağı. Senin içinde yaşadığın dünyanın, onunla beraber yaşadığın dünyanın, seni ve sizi hiçe sayarcasına, isteklerin dışında değişen dünyanın ne olacağı.
İşte o an, bu soruların cevaplarını düşünmeyi bırakın, sorulardan bile habersizken sordum. Sigarasını söndürdü ve “Ben bıraktım sigarayı” dedi.
Önümüzdeki iki ayın yukarıda sıralanan sorularla birlikte daha birçok soruna da ev sahipliği yapacağını bilmeden onun yanından ayrıldım ve işyerime dönmek üzere metroya bindim. İşyerindeki birkaç arkadaşımla beraber küçük bir kutlama yapacağımızı düşünerek Taksim’den aldığım şarabı elimde tutuyordum. O an bana en önemli gözüken soru aklıma geldi.
“Peki ama Küba ne olacak?”